2 Haziran 2012 Cumartesi

Demirci

Körükte demiri döve döve şekil veren adam, kızgınlığını demirden çıkarır gibi hınçla indiriyordu balyozu demire.


Birinci balyoz: Karısı allem etmiş kulem etmiş işi punduna getirip nişanlamıştı kızı gavur oğlana. Nasıl da kandı karısının sözüne. Hiç kadın kısmının dediği yapılır mıydı? İçi pişmanlıkla doluydu. Karısı ve kızının oynadığı bu oyuna kanması onuruna dokunuyordu. Lakin nişan yapılmıştı bir kere. Bozmak olmazdı. Nişanlılık yarı evlilikti.

Adam sıcakladı. Alnından, boyun kısmından ter damlıyordu. Koltuk altları tere bulanmıştı. İkinci balyozu sallanmadan kızını ve karısını düşünmemeye çalıştı lakin bu sefer de hayta oğlu düştü aklına.

İkinci balyoz: Ahladı. Adam edememişti şu oğlunu. Koca delikanlı olmuştu ama aklı bir karış havadaydı. Liseden sonra bir kere sınava girmiş sonra da okumam, diye tutturmuştu. İşi gücü kızlara çaka satmaktı. Askerlik bile adam edememişti şu oğlanı. Bir süre işsiz dolaştı. Sonra babasının hatırına birkaç iş bulunmuştu ama delikanlı bin bir türlü bahane bulup ayrılıveriyordu işten. Şimdilerde işsiz, ya sokak da kız peşinde ya evde divana boylu boyunca uzanmış: Sanırsın paşanın oğlu kavat. Demircilikten de anlamıyor eşeşkoğlu eşek, dedi. Oğluna okkalı küfürler savurduktan sonra üçüncü balyozu indirdi. Demirden tok bir ses geldi.

Üçüncü balyoz: Büyük oğlana okkalı küfürler savurduktan sonra küçüğünü süzdü belleğinde. Gözünün önüne getirdi keratayı. evin kazandibiydi ya seviliyordu. Lakin bu da büyüğüne benzeyecek diye korkuyordu adam. O nedenle çocuk liseye gelir gelmez koparacaktı evden bağını. Güzel bir yatılı okula verecekti. Disiplin öğrenecekti orda. Adam olacaktı, tüm umudunu bu küçüğe bağlamıştı. Küçüğü düşününce yüreceği biraz ferahlayıverdi. Demire uyguladığı sertlik biraz yumuşadı. Demire inen balyozların salınışı şimdi daha düzenliydi.

Öğlene kadar balyozu indirip durdu. Kan ter içinde kalmıştı. Öğlen yanındaki kalfasıyla birlikte kurdular sofrasını başladılar yemeğe. Demirci bir ara kalfasına baktı. İnce uzun bir çocuktu. Üfürsen uçacak cinsten. Bedeninin zayıflığına rağmen iyi demir dövüyordu. Yakında beni geçer diye düşündü. Ah ne olurdu oğlu da şu kalfası kadar çalışkan olsaydı!

Sofrayı kaldırdıklarında yan komşusu çıkageldi.

“Selam Beytullah Efendi.” “ Aleykum selam. Hoş geldin.”

Adam suratında yılışık bir gülümsemeyle koltuk altında tuttuğu tavlayı göstererek, “ Bak sana ne getirdim. Geç karşıma da ifadeni alayım.” Her iki adam karşılıklı oturdular. Kalfa misafire ve ustasına kahve pişirmeye gitti.

Tavlaya başlayalıdan beri kimse konuşmamıştı. Kalfa kahveleri önlerine bıraktıktan sonra bedenindeki keyfiyeti dile getirdi, kahvesinden höpürterek bir yudum aldıktan sonra.

“ Canına yandığımın kahvesi! Kokun ayrı, tadın ayrı güzel: kadın gibisin be meret.”



İlk elin bitmesine çok vardı daha. Henüz ilk eli kimin alacağı belli değildi. Komşu durmadan konuşuyordu:

“Geçenlerde hatunla başkente gittik. Bizim baldız orda.”

Demirci kendi hülyasına dalmıştı.

“ Nişanda baldızın saçına, üst başına dünya kadar para verdim. Masraf da masraf. Şu nişan ne ola ki? Düğün en temiz iş.

Aman bir alışveriş yaptı bizimkiler sorma birader.

Ya! Damatlıktır, gelinliktir, çeyiz eşyası: çamaşır makinesi, buzdolabı, TV, bulaşık makinesi; perdelikler, güneşlikler, halılar…

Bir daha gezmek haram olsun bana. Hele kadın kısmıyla gidilir mi gezmeye canım! Hele iki kadınla. İliğini kurutur insanın.

 Ah, iyi ki tek kızım var. Söz de erkeğe daha çok gider derler, nerde! Kız kısmı iğneden ipliğe her şeyi istiyor. E, kız çocuğu, kırmaya da gelmez. Babasın üstelik almayıp da ne yapacaksın?

iki bir oldu. Yahu kafan başka yerde mi senin? Sabahtandır konuşuyorum gık demedin. Kendi kendime konuşup durdum.”

"Haklısın pek iyi değilim bu aralar. İstersen bırakalım oyunu. Yendin say.”

Adam gitti demirci ve kalfa yalnız kaldı yine. Adam hiç ara vermeden akşama kadar dövdü durdu demiri. Şu demire verdiği şekil gibi çocuklarına da verseydi ya şekil. Hadi kız uçtu uçacak yuvadan. Ama ya iki oğlan ne olacak? Kendisi bu dünyadan göçmeden önce adam etmeliydi onları. En azından iş güç sahibi olmalıydı her biri. Büyüğü düştü aklına. Birden onun bugün iş görüşmesine gideceğini hatırladı. İçine yeniden bir umut düştü. Bakarsın bu sefer güzel bir iş bulurdu?



Eve vardığında karanlık iyice çökmüştü. Geniş bir sokağa girdi. İki yüz metre sonra köşeden dar çıkmaz bir sokağa girdi. Çıkmaz sokağın en son evine girdi ürkek adımlarla. Anahtarı kapı deliğine sokacaktı ama kapıyı aralık gördü. Sessizce içeri girdi. Holü geçti. Oturma odasına geçecekti ki kızının kaldığı odadan sesler duyuldu. Karısı konuşuyordu: “ Bana bak kız, bu kumaşları baban aldığımızı duymasın, öldürür bizi vallah. Biriktirdiğimiz altınları bozdurup da aldık.”

Kız küçümseyerek baktı annesine. Dudak bükerek konuştu: “ Aman anne dediğin şeye bak. Biliyorsun ki zengin birine eş olarak gideceğim. Ne yani çeyizsiz, eşyasız gideyim de onun yanında ezileyim mi?”

Adam bozuldu bu konuşulanlara ama ses etmedi. Mutfağa yöneldi yemekte ne var, diye. Mermer bangonun üzerinde kirli tabakların olduğunu görünce yemeğin ondan önce yenmiş olduğunu anladı. İçerledi bu duruma ama sesini çıkarmadı yine. Yemek yiyecekti vazgeçti. Oturma odasına yöneldi. Kapı aralığından büyük oğlanın kanepenin üzerine boylu boyunca uzanmış olduğunu görünce iş görüşmesinin olumsuz geçtiğini anladı. Tüm bedenine yeniden bir umutsuzluk çökmüştü. Yüreği sıkıştı. Koca ev dar gelmişti kendisine. Bir süre bu yorgun ve umutsuz bedenini nereye atacağını bilemedi. En son yatak odasına gitmeye karar verdi. Odasına geçti. Üzerini değiştirmeden yatağın içine girdi. Bu ilk defa yaptığı bir şeydi. Genelde yatağa girmeden önce bir duş almayı ihmal etmezdi. Ama bugün canı çekmedi. Yorganı kafasının üzerine geçirip uyumaya çalıştı. Bir müddet sonra rüyasında aile tablosunun aynısını gördü. Az önceki sessizliği bu sefer bozulmuştu. Sağa sola bol bol küfür yağdırıyordu.

Canan al(Nehir Amara)

Berfin Bahar dergisi

Nisan 2012 İzmir Kitap Fuarı

22 Eylül 2011 Perşembe

ŞAİR

İçimdeki putları devirmeye gel şair


Erteledim hazan düşmüş aşklarımı

Aylar, garip bir göçmen kıyısında

Takılmış çığlıklarına

Çocukluğum, babamın alnının çatışı

Unutulmuş bir ergenin şaşkın bakışlarında

Dünya büyük mü büyük

Gel şair

Salgın gibi gir koynuma

Talihsiz, çaresiz bir mısra

Dök, rengini kaybetmiş dudaklarıma

Gel şair

Aşk iyileştirir mi yoksa bitirir mi

Düşünmeden, kıyamet gibi

Üst üste yığıl sarhoşluğuma



Berfin Bahar dergisi Eylül sayısı 2011



Canan Al(Nehir Amara)

Yaşa Fenerbahçe

Bizim Bahri, iyi çocuk. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun. Yani aynı okul mezunuyuz. Yalnız o, benim bir üst devrem. Tanışıklığımız öncesine dayanır, lise çağına. Aynı mahalleden arkadaşız anlayacağınız. Bahri’nin ilginç fikirleri vardır. Kafası mükemmel çalışır adamın, her konuda. Eğer bu kafayı ticarete yatırsa aç kalmaz. Büyük bir tüccar çıkar kendisinden. Amma velakin o paraya önem vermediğinden çoğu kez beş parasızdır. Sürekli bir işi de yoktur çok fazla siyaset yapmaktan. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar hesabı, kovarlar Bahriyi de. Böyle siyasi kafalar, neme lazım iş açar işverenin başına.

Aramızda birkaç arkadaş toplaşır ortaya dökeriz paramızı. Her ay bütçemizden bizim Bahri’nin cebine para girer böylelikle. Bir daha ki işten kovulup yeni bir iş buluncaya kadar idare eder bu, onu bir süre. Biz mi, canım biz Bahri kadar yürekli ve açık sözlü olmadığımızdan dikiş tutturmuşuz işimizde. Ne yapalım susuyoruz. Bahri gibi veryansın mı, edelim?

Bahri, rakıyı çok sever, su katmaz içine rakının, limon sıkar. Kimden duymuşsa artık, limon etkisini azaltıyormuş alkolün. Sarhoş etmiyormuş zil zurna. Oysa hep o kalkar masadan zil zurna. Bir de Fenerbahçe maçlarına gitmeyi sever. Kapitalizmi sevmez ama Fenerbahçe’yi sever bahri. Bu da onun kapitalizme tek yenilgisi. O, öyle der, hep.

Bugün dört arkadaş buluşacağız: Bahri, Ben, Necati ve Deniz. Kordon Boyu’nda denize nazır, keyif yapacağız bugün. Tabi kuruş ödettirmeyeceğiz Bahri’ye. Belki bizim yapamadıklarımızı yaptığı, düşündüklerimizi dile getirdiği için gıptayla bakıyoruz ona. Bu nedenle bir dediğini iki etmiyoruz. Bahri sever martıları. Martılara da simit atarız belki.

Güneş henüz batmamıştı. Vardım Alsancak’a, deniz kıyısına yakın bir masaya oturdum. Bizimkiler gelmeden kuruldu sofra. Rakımız, salatamız ve çipuralarımız…

Çipuralar gelmişti ki bizimkiler damladı. Gün yavaş yavaş batıyordu. Koyu mavi gökyüzünü bir kızıllık kaplamıştı. Dağların doruklarında kızıllıklar oynaşıp duruyordu. Herkes bu kızıllığa dalmıştı, Bahri dışında. Biz martıların ve güneşin yavaş yavaş yok oluşunu izlemeye koyulmuşken Bahri, rakısına limon sıkmaya başlamıştı bile. Normalde olsa, o da uzun uzun bu tabloyu izlemeye koyulurdu. Lakin bugün bir tuhaflık vardı onda. Yüzü düşünceliydi, kaşlarını çatmıştı. Alnında uzanan yatay bir çizgi bugün daha belirginleşmişti.

“ Hayırdır, erkencisin bugün.”

Benim konuşmamla herkesin ilgisi masaya yöneldi. Herkes Bahri’ye bakıyordu. Necati Daldı lafa:

“ Yoksa yine mi kovdular lan.” Necati büyük gazetelerden birinde iş bulmuştu İstanbul’da. Asgari ücrete çalışıyordu orda. İki yıl sonra ücretini artırıp İzmir’e yolladılar, yani yanımıza. İyi de olmuştu doğrusu. Üstelik burada maaşıyla daha iyi geçiniyordu. Oysa İstanbul’da bu parayla geçinemiyordu; bu nedenle ek iş yapıyordu. Necati’nin bu çıkışına ters ters baktı Bahri; lakin bir şey demedi. Necati de demedi. Hatta hiç birimiz demedik. Suskunluğu tercih etmiştik. Nasıl olsa az sonra Bahri yumurtlayacaktı. Hele içsindi rakısını. Bu sefer ki çupralar geçen yediğimizden daha lezzetliydi sanki. Ya da bana öyle geldi. Ben çupradan bir parça koparıp attım ağzıma. Sonra da limon sıkılmış rokadan yedim ve üzerine rakımı içtim. Diğerleri de benim gibi iştahlı yiyordu. Hele Deniz, öyle bir iştahla yiyordu ki. Bir yandan yiyor, bir yandan konuşuyordu: “ Uzun zaman oldu yemeyeli be!” Hakkı vardı doğrusu. Geçen buluşmamızda o yoktu yanımızda. Deniz, Necati’nin abisi. Ondan üç yaş büyük. Kendisi kardiyolog. İçimizde en iyi kazanan da o. Bu da demektir ki parayı o, ödeyecek. Bahri pek isteksiz yiyor. Çupradan çok rakı ile ilgileniyor. Üçüncü bardak bitti. Sarhoş olacak birazdan. Az sonra bahri kafasını gömdüğü masadan kaldırdı. Hepimizi tek tek süzdükten sonra konuşmaya başladı. Onun konuşurken ki tavrı üniversite günlerini aklıma getirdi. Boykot zamanları Bahri, aynı bu şekil hepimizi süzdükten sonra “ Arkadaşlar!” diye seslenir ve büyük bir heyecanla ne yapılması gerektiğini anlatmaya koyulurdu.

“ Arkadaşlar!” dedi yeniden. “ Bir fikir geldi aklıma. Ben artık bu ülkenin vatandaşı olmak istemiyorum.”

Hepimiz şaşkın şaşkın ona baktık: “ Niye lan?” dedi Necati. “Avrupa’ya mülteci olarak mı sığıncan yoksa?” Deniz bizden yaşça büyük olduğundan sakin bir ses tonuyla konuştu. “ Peki ne yapmayı düşünüyorsun çocuğum? Hangi ülke seni alacak, bunları düşündün mü?”

Bahri gülüyordu; biraz içkinin tesirinden, biraz sinirden. Çok iyi tanıyordum onu. Bu gülüşler mutluluk gülücükleri değildi. Gülmesi bittikten sonra yeniden dik dik baktı hepimize.

“ Eşitlik, kardeşlik…” Necati kesti lafını: “ Yavrucuğum onlar çoktan keşfedildi. Fransız devrimini unuttun galiba! Bize yeni şeyler söyle.” Sözünün kesilmesiyle çileden çıkmıştı Bahri: “Oto kimlik.” Dedi. Anlamamıştık. Hepimiz şaşkınca ona bakıyor ve ayrıntılı bir açıklama yapmasını bekliyorduk. Bahri daha ayrıntılı açıklamalara girişti.

“ Oto kimlik, yani Evrensel Kimlik. Otonun anlamı nedir arkadaşlar, soruyorum size? Kendi kendini idare etmek, kendi kendine yetmek. O nedenle de kendi kendine yeten bir insanın bir devlete bağlanmasına gerek yoktur. Kendine yeten tüm insanlara oto kimlik adı altında yeni bir kimlik düzenlenmeli. Namı diğer adıyla Evrensel kimlik. Ben bu kimlikle istediğim tüm ülkelere giriş yapabileyim. Sınırlar kalksın. Ben, sırf bu ülkede doğdum diye kimsenin beni dünyanın nimetlerinden yoksun bırakmaya hakkı yoktur.”

Hepimiz şaşırmıştık. Duyduklarımızı hazmedemedik bir süre. Olayı iyice kavradıktan sonra da Bahri’nin çıldırmış olduğunu düşündük. Kaç gündür düşünceliydi, tuhaftı. Demek nedeni buydu. Onun dediklerini yapmak için kırk fırın ekmek yemek lazımdı. Bahri, bu düşünceleriyle dünyadaki tüm devletlere kafa tutuyordu. Sınırları, bayrakları kabul etmiyordu. Hele Bahri’nin son sözü darbe gibi inmişti hepimizin yüreğine.

“ Yarın Konak Meydanı’nda tek kişilik eylem yapacağım. Evrensel kimliğimi almak için yarın açlık grevi başlatıyorum.”

Necati şaka yollu takıldı:

“ Bana malzeme çıkartıyorsun Bahri! Güldürme beni. Gelir çekerim seni bak!”

“Sabah gel sen Konak’a, bak bakalım dalga mı geçiyorum.”

Şaşıp kalmıştım. Çocuğun, kendisini işten attırması yetmiyormuş gibi ülkeden de kovduracak. Bak o zaman göreceğim halini.

Hepimiz dağıldık. Bahri de gitti. Deniz, hesabı ödettirmedi bize. Eve varıncaya kadar Bahri’nin dediklerini düşündüm durdum. Ne yalan söyleyim, biraz düşününce de gıpta ettim. Ulan Bahri, dedim kendi kendime. Keşke ben de senin kadar kendime ve diğerlerine bu kadar açık olabilseydim.

Sabah saat yedi gibi telefonum çaldı. Uykuluydum. Canım yataktan kalkmak istemiyordu. Üstelik dünden kalmaydım. Ama telefonun zır zır diye ötmesindense kalkmayı tercih ettim. Ahizenin ucundaki sesi tanıdım. Arayan Necati’ydi. Sesi heyecanlıydı. Duyduklarıma inanamadım. Telefonun kapatma tuşuna basmadan çarçabuk giyindim. Nasıl giyindim, evden nasıl çıktım, Konak’a nasıl vardım, bilmiyorum.

Ben gittiğim de Deniz de oradaydı. Bahri, Konak’a, çimenlerin olduğu kısma yakın naylondan bir çadır yapmış, üzerine de eski bir battaniye sarmış öylece oturuyor çadırın içinde. Çadırın önünde çeşit çeşit pankartlar.

“ Oto Kimlik” “ Evrensel Kimlik.” “ Evrensel Kimlik hakkımız.” “ Serbest dolaşım hakkımız.” “ Dünya devletlerin değil, canlıların.”

Buna benzer bir sürü pankart vardı. Az ileri de ise dört polis sinirli sinirli bizim bulunduğumuz yere bakıyordu. Belli ki merkezden emir bekliyorlardı; yada gelecek birilerini: çünkü durmadan saatlerine göz atıyorlardı. O kadar dil döktük, Bahri’yi kararından vazgeçiremedik. Öylece kalakalmıştık. Az sonra bir otobüs dolusu polis geldi. Bunlar zor kullanmaya başladı. Az önce bekleyenlerden ikisi çadırı yıkmaya kalkışınca olaylar büyüdü. Dört kişiye bir ordu. Üstelik copumuzda yoktu. Birden bir şey oldu. Bir ses duyuldu.

“ Yaşa Fenerbahçe.”

Sesi tanıdım. Bağıran Bahri’ydi. Kimse anlamadı Bahri’nin neden böyle davrandığını. Polisler kadar biz de şaşkındık. Bahri durmadan bağırıyordu. “Yaşa Fenerbahçe.” Bir grup genç de Bahri’nin bu coşkusuna katıldı. Fakat az sonra başka bir grup genç, bunlar sanırım GS’liydi, Bahri’nin bulunduğu gruba sözlü sataştı. Birden on, on beş kişi toplaştı. Bir kargaşa, bir curcuna. Şimdi polislerin sayısıyla eşittik. Bu curcunaya polisler de katıldı. Üç polis beş gösterici yaralandı. Necati , basına olayı şöyle nakletmişti:

“Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı iki bir yenmesi sonucu, sevincini paylaşmak isteyen Fener bahçeliler, karşı taraftarların saldırısına uğradı. Olaya polisin müdahalesi sonucu olay kısa sürede etkisiz hale getirildi.”

Tabi Hakim yutar mı bunu? Lakin yutmak zorunda kaldı. Üstelik bizim Deniz, hastaneden psikolojik sorunludur, diye bir de rapor aldı Bahri’ye… Bir hafta sonra salıverildik.

Kısa cezaevi maceramızdan sonra Bahri’ye sordum. “Neden bağırdın lan Fenerbahçe diye?”

“ E, fena mı ettik oğlum, az cop yedik işte, daha ne olsun! Bir orduya dört kişi haksızlıktı. Hatırlamıyor musun, Fenerbahçe maçına gittiğimizde çıkışta böyle bağırmıştım da karşı tarafla nasıl girmiştik birbirimize.”

Güldüm. Ben de öyle tahmin etmiştim. Harbi az cop yedik kalabalık artınca. Ben iki tane yedim. Deniz üç, Necati hiç yemedi. Bahri ise beş tane yedi. Polisler en çok ona yüklendi. Bir şey olmaz ona canım. Üniversitedeki boykot yıllarından alışık coplara. Garibim birkaç taraftar da fena halde haşat edilmişti. Bu olayı da böylelikle atlattık. Eve vardığımızda Bahri’yle hala kol kolaydık. Eve girerken bağırıyorduk aynı anda: “Yaşa Fenerbahçe.”




AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ BERFİN BAHAR

TEMMUZ2011

16 Ocak 2011 Pazar

2010 CEMAL SÜREYA ŞİİR YARIŞMASINDA CANAN AL "BİRAZ DAHA IŞIK " YAPITIYLA DOSYA DALINDA BAŞARI ÖDÜLÜNÜ KAZANDI




ŞİİR ÖDÜLLERİ:
2010 Cemal Süreya şiir ödülü Metin Demirtaş’ın “Türkülerde Gezer Adları” yapıtına verildi. Ödülü almaya metin Demirtaş'ın oğlu geldi.

Kitap Dalında Başarı Ödülleri:

Hilal KARAHAN – “Gecikmiş Mumya”
Yaprak ÖZ – “Şiirli Müzik Kutusu”
Gülderen CANYURT – “Suya Düşen Sözcük”

Dosya Dalında Başarı Ödülleri:

Güray ÖZÇELİK – “Latin Yelkeni”
Atilla YAŞRİN – “Tanrı Suskun”
Canan AL – “Biraz Daha Işık”
Dilruba Nuray ERENLER – “Geceyi Uyut Göğsünde”

2010 CEMAL SÜREYA ŞİİR YARIŞMASINDA " BİRAZ DAHA IŞIK" ADLI DOSYASIYLA BAŞARI ÖDÜLÜ ALDI





















































26 Aralık 2010 Pazar

Pardon

Ey aşk sever
Saklı kudretimde
Açığa alınan yalnızlığım
Kirli sakalında uzayan benim

Pardon, içimde bekletilen arzuma
Utanarak kendisinden öğrendiğim ayrılığım

Aşkın yanlış götürüsünden kalma
Laf etmişliği vardır sevdanın
Bir tek sırra dünyayı basmak gibi
Her şeyimi kimsenin hiçbir şeysizliğine katıp gitti
İfade etmeyecek birkaç şeyle
Ayrılığa göç tohumu döküldü seyyahın günlüğünden

Pardon, içimde yığılan arzuma
Kaldıracağım çatısı kırık yalnızlığımı
Bu ayrılık benim olduğumdan kelli
Kalsın aramızda kerre zulmün
Dilini bilsen ayrılığın bu nefretin adını sormazdın


Gülümseyişinde, yorgun kervanların
Kalın bıyıklı adamların sabrını duyumsuyorum
Güne uzayan bakışlarında
Tütün kokan kaçakçıların hasretini

Yüzünde biten otları görüyorum
Yolun kıyısında tutunmaya çalışan
Mavi rengine vurgun bozkır iklimini

Pardon, içimde biriken arzuma
Yüreğin burkulması sözün tükenmesi demek
Gidecek, saklanacak hiçbir yerim yok

Pardon hayatına tutunduğum için
Neylersin
İnsan kendini bir tek aşkta tanımaz


CAnan Al(Nehir Amara)

Berfinbahar dergisi Aralık ayı 2010

5 Eylül 2010 Pazar

Anafor




Sevmek, yalnızlık olmasa
Ne çok sevilirsin sevgili

Bir sığınak bulsam
Ardından getirdiğim uzaklıkları
Biriktirsem
Çoğalır, kalabalıklaşırım
Belki biterim de
Belki umutsuz
Suskun
Sırrına bassam acıyan özümün

Hafif bir esintiye gömülsem
Islansam, yarı uyanık bir uykudan
Dudaklarına inen iniltilerinde
Öpsem suskunluğunu

Bir eğrilik yapışsa boynuma
İçime firar etsen
Hayat teknesinden ölümü (k)aldırıp

Adı, değişse eski bir törenin
Umut koysak örneğin
Ya da aşk
Arayıp dursa mirasını Tanrı
Terk edilmiş bir güneş
Arınırken günahlardan
Ahir zamandan kalma dudakların
Kadim topraklarıma değse
Avuç avuç içsen bağrımdan
Bir hal gelse başımıza sevişmekten
Düşsek yeniden, yeniden düşsek

Bayram giysilerine soyunsa tenim
İçimdeki yalnız çocuğu yırtıp alsan
Akşamlara, çektiğim nefese seğirse gülüşlerin
Sevmek, yalnızlık olmasa
Ne çok sevilirsin sevgili


Ferit Öncü Anısına

Berfinbahar Dergisi 2010

Canan Al(Nehir Amara)